Bir Selanik Türküsü - Kadınlar Güzeldir
Genel

Bir Selanik Türküsü

Sakin, dingin bir sabah, kavak ağaçlarının pamukları uçuşuyor. Temmuz 1979. O yine, sabahları gölge düşen küçük balkonunda, bir yandan sigarasını içiyor, diğer taraftan, küçük ince belli bardağına çay dolduruyor. Radyoda arkası yarın… Zayıf, esmer elleri, küçük bir yüzü ve göz pınarlarının ardına gizlenmiş bir hüznü vardı. Balkonun kapısında henüz yeni uyanmış yarı uykulu altı çocuğunun en küçüğü sonçesi belirdi… Her sabah olduğu gibi sokaktan geçen mahallenin poğaçacısından 1 tane almıştı ona. Ona da açık bir çay koyup balkon sefalarına radyodaki şarkılarla devam ettiler. Radyoda bir Selanik türküsü çalmaya başladı, sonçesine “Bak bu türkü benim gençliğimin türküsü… Hey gidi günler hey…” dedi. O güzel sesi ile arada mırıldandı. Ve o günleri hatırladı. 

Evlerini, yerlerini terk etmek zorunda kaldıkları o mübadele günleri ile ilgili annesinin anlattıklarını hatırladı. Anne babası, bir ağabeyi ve iki ablası ile birlikte, o zülme, baskıya daha fazla direnemeyip Selanik’ten Kırklareli’nin Vize ilçesine, oradan da Lüleburgaz’a yerleşmişlerdi. Kısa zamanda alışmışlardı buraya. 

 

O da endamı yerinde, esmer güzeli bir genç kızdı artık. Her ne kadar bir genç kız gibi davranmayıp, bir oğlan çocuğu gibi koşturup, ağaçlara tırmansa da… Hanım hanımcık olamasa da, çevre delikanlıları onun serpilip büyüdüğünün farkındaydı. İşte bu delikanlılardan biri kesmeye başlamış yolunu. Laf iliştirmeler, tebessümler, bakışmalar derken… El ayak çekilince ıhlamur ağaçlarının altında buluşmaya başlamışlar. Çok geçmeden mahallede dedikodu almış yürümüş. 

Küçük yer ve örf adet… “Gelsin istesinler “ demişti babası. O henüz hazır değildi ki evliliğe… Anlayamadığı ve karşı koyamadığı bir kargaşada savrulup duruyordu. Zamanın zembereği kırılmıştı bir kere. Nerede, ne zaman kestiremiyordu. Derken 18’inde ilk oğlunu dünyaya getirdi. Bu arada kocası ile ne kadar farklı birer insan olduklarını anlamaya başlamıştı. Hovarda, hoyrat bir adamdı. Bu gün, yarın diye diye daha devlet nikahı bile kıymamıştı. Sonra bir kız çocuğu dünyaya getirdi… Çok geçmedi babasını kaybetti, ardından annesini… Yıkılmıştı, yapayalnız hissediyordu. Küçük kızı yaşını doldurmamıştı ki kocası kuma getirmek istemişti üzerine. Kara çarşafını giydiği gibi çocuklarını alıp, soğuk bir akşamüstü elindeki üç beş kuruşla İstanbul yollarına düşmüştü.1950 lerin başları, her kadının harcı değildi bu yaptığı. 

Ortalık ayaz kesmiş, bacalardan gelen duman havayı ağırlaştırmıştı. İstanbul’a yerleşen abisinin kapısını çaldı. Bir süre sonra onlara yakın tek odalı bir gece kondu tutup temizlik işlerine gitmeye başladı. Çocuklarını hısım akrabalara bırakarak çalışmış, çabalamış, o kadar zorluk ve açlık çekmiş ki. Bir defasında çoçukları için ekmek bile dilenmişti. Çaresiz. “Dul kadının etekleri bile düşmandır” dermiş eskiler. Bu nedenden kocasına dönmesini salık veren akrabalar bile olmuş arada. Küçük bir semtti burası o yılların İstanbul’u, göçlerin krallığı… 

Zonguldak’tan yıllar önce çocuk yaşta öksüz kaldıkları için İstanbul’a gelen üç kardeşin ortancası… Kahvede otururken kestirmişti gözüne. Nerede çalışıyor, evveli nedir? Hepsini araştırıp öğrenmişti. Kumral, boylu poslu yakışıklı bir adam. E biraz feleğin çemberinden de geçmiş… Kulağı kesiklerden biraz. Dikilmiş bir gün karşısına. Koşmuş, koşturmuş dil dökmüş, nafile… Allem etmiş, kallem etmiş, bir gün, tek odalı gecekondunun derme çatma asma kilidini meraklı bakışlar altında kırıp eşyalarını eve koymuş. Ve evlenmişler, bu defa resmi nikahlı, iki çocuğunu da üzerine alarak.

Seviyordu aslında kocasını. Çalışkandı. Nanom diye seviyordu onu… Bir de içmese… İki üç yıl ara ile üç çocuğu oldu. İki kız, bir oğlan. Zamanın zembereği yine kırılmıştı sanki… Kocası ise çok alkol almaya başlamış, huzur azalır olmuştu. İçmeyince melek gibi, içince zulüm gibi… Hiç yok yere, her sebepten döver olmuştu. Hatta bazı zamanlar, ev ahalisini sabaha kadar uyutmaz bağırır çağırır, üç küçük hariç sıra dayağına çekerdi. Yılmıştı artık dayaktan, işkenceden. Ne çocukları bırakıp gidebiliyordu, ne de onlara bunları yaşatmak istiyordu. Çocuklarına çok düşkündü yemez yedirir, giymez giydirirdi. Aslında hep dimdik, hep güçlü bir kadındı. Çalışkan, çekip çeviren… Azı yettirip yetinen. İstanbul’un bir kaç semtinde oturduktan sonra zar zor aldıkları, balkonunda “arkası yarın” dinlediği o eve taşındılar… Yine hamile idi. Sevinmek bir yana, bebeğin düşmesi için çareler arıyor, doğmasını istemiyordu. Bir akşamüzeri hafiften kar atıştırıyor, o da elinde bir çıra parçası, kuzine sobayı tutuşturuyordu…  Kocası elinde bir poşet portakalla geldi… İçmemişti… İçmeyince sakin ve sevecendi. Ona hamile olduğunu söyledi… Adam sevindi… O istemediğini söyledi. Kocası, “Nanom niye böyle yapıyorsun, bak bu sonçemiz olur göreceksin bak bu bitane olacak “ deyip ısrarla doğurmasını istemişti. Aylar geçti… Kocası yine içiyor, yine hiç yoktan sebeplerle şiddet uyguluyordu… Büyük oğlu askerdi dağları karlı Erzurum’da. En büyük kızı on beşinde ya var ya yok. Diğerleri biri dokuz, biri sekiz, biri altı yaşında idi. Büyük oğlu askere gitmeden sevdiği kızı kaçırıp getirmişti… O da onlarla yaşıyor, her çileye katlanıyordu. Ağustosun ortası gibi sabah erken kalkıp işe gitmişti kocası. Akşam yaklaştıkça yine bir kasvet sarmıştı içini, içip mi gelecek korkusuyla. Akşamüstü karakoldan bir haber geldi eve, zar zor şaşkın ve endişeli karakola gitti. “Bir arkadaşı kavga ediyormuş, kocanız araya girip ayırmak isterken bıçaklanarak öldürülmüş başınız sağ olsun” demişti komiser. Karnı burnunda yığılıverdi oraya feryat figan. Kocasıydı… İyi günleri de olmuştu. Daha iyisini bilmemişti ki… Bir de içmeseydi… 

Güz, kapıları çalmaya hazırlanıyordu. Eylül 9, sonçesi geldi dünyaya, onca olmaza yokluğa ve hengameye. Hastaneden çıkacak para bile yok… Komşu, en küçük ablanın eline bir tas verip” Hadi bakalım tüm apartmandan annen ve kardeşini çıkarmamız için yardım topla” dediği anda bahçede büyük ablasının büyük oğlu belirdi.“ Gerek yok” dedi “Ben teyzemi çıkartırım hastaneden”. Aldı, eve getirdi teyzesini. Düşkündü teyzesine, teyzesi de ona… 

Çoluk çocukla kalakalmıştı… Çok zor dönemlerden geçti ama hiç yılmadı. Sütü kesildiğinden sonçeyi hiç emzirememişti. Gelin ve büyük abla karşı çıkmasa çocuğu olmayan bir aileye evlatlık vermeyi bile vermeyi düşünmüştü bir ara. Konu komşu, mahalleli tarafından sevilen, takdir gören bir kadındı. Her kesin her şeyine koşar, annesinden, eskilerden edindiği bilgileri paylaşır, çok şey bilirdi. Evde yemeklik olmasın bahçe bahçe gezer, ot toplar çok güzel yemekler yapar, çocuklarını aç bırakmazdı. Seneler geçti. Gücü yettiğince okuttu çocuklarını, her ihtiyaçlarını eli değdiğince gidermeye çalıştı. Eğitime, iyiye, emeğe, sevgiye hep önem verdi. Kendi için hiç bir şey, ne istedi ne bekledi. Az gülerdi, o nedenden belki gülüşü çok güzeldi… Yıllar geçti. Çocuklarla beraber sorunlar da büyüdü. Değişen bir dünya, değişen istekler ve söz dinlemeyen çocuklar. Hepsinin başında kavak yelleri, aşkları, yokuşları ve beklentileri. Çok hastaydı, epeydir dilaltı hapı kullanıyordu.

Doktor “İçme fazla yaşamazsın” dese de o sigarasını elinden eksik etmiyordu. Büyük kızı evlenmiş çocukları olmuştu. Deli divaneydi, onlara düşkün bir anneanne idi. Torununa annesinin adını koymuştu kızı… SANİYE… Eskiden beri baş ağrıları vardı büyük kızın… Güz zamanı baş ağrıları çoğaldı. Gitmedikleri doktor kalmadı. Sonunda teşhis konuldu. Beyninde tümör… Bir sene yaşadı ve büyük acılar çekerek, üç çocuğunu geride bırakarak hayata gözlerini yumdu. Bir anne için bundan daha acı ne olabilirdi ki !!! Gözünün yaşı dinmiyor çok acı çekiyor, torunları için çok endişeleniyordu. Babaları evlenmişti.

Onun için hiç rahat değildi özellikle üç yaşında ki Saniye için” O bana kızımın yadigarı” diyor kalbini ova ova, boncuk boncuk göz yaşı döküyordu. Artık bütün çocukları evlenmişti ve evin satılması gündemde idi. Biri halıya çekti, biri çalıya. Uzun lafın kısası ev satıldı. Kendisi ve balkonunda birlikte Selanik türküleri dinlediği sonçesi ortada kaldı. Biraz büyük oğlunun yanında, biraz ortanca kızının yanında idare ediyorlardı. Ne komşuları, ne teneke saksılara ektiği sardunyaları ne de begonyaları vardı. Üzülüp kırılıp… İçine atıp… Oradan oraya geziyordu. “Ölürsem, bir tek aklım sende kalacak” diyordu sonçesine. Yine bir Ağustos, yine bir sıcak akşamüzeri birden fenalaştı. Ortanca kızın evinin holünde yığıldı kaldı. Sonçesi ve iki ablası panik içinde hastaneye koşturdular annelerini. Sonçesi kucağında taşıdı onu. Hastanede acil müdahalede kendine geldi, “Beni eve götürün dedi… Eve… Kalmak istemiyorum burada” Çok geçmedi tekrar fenalaşıp kalp krizi geçirdi… Yoğun bakımdaki doktor “Başınız sağ olsun çok uğraştık kurtaramadık, anneniz bize hiç yardımcı olmadı sanki yaşamak istemiyordu” dedi. Yorulmuştu artık ve gitmişti… Susmuştu o Selanik türküsü… Onca acıya bu kadar dayanabilmişti. Son nefesini verirken bile çocuklarında, torunlarında idi aklı. Yüreği yüreğim… Nerden mi biliyorum… Çünkü o kadın benim annem, ben de onun sonçesiyim 

Annemin  Gelincik sigarası vardı, yanında çayı… 

En çok “Bakmıyor çeşm-i siyah feryade” şarkısını severdi. 

Bir de Müzeyyen’i… 

Her sabah radyoda arkası yarını vardı, 

Bir de biz uslanmaz çocukları… 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir